Sürpriz Yumurta

Altı yaşlarımda Antalya’ya gitmiştik. İç Anadolu kızı ilk defa deniz gördü. Kumsalda koştum,çimdim, koştum, kolluklarımla yüzmeye çalıştım. O yaşlarımda taş koleksiyonum vardı, sokaklardan güzel taşlar bulurdum; ona bir de deniz kabukları eklendi. Denize hayran kalmıştım. Hep yakınlarında olmak istedim ama mümkün değildi, tatil bitecek eve dönülecekti. Denizi özledikçe açar bakarım diye şu sarı süpriz yumurta kutularına deniz suyu doldurdum. O vakitler suyun renksiz bir sıvı olduğundan ve buharlaşacağından haberim yoktu. Küçük, kırmızı bel çantama özenle yerleştirdim, eve döndük. Bir baktım ki suyun yarısı yok, rengi de mavi değil, beynimden vurulmuşa döndüm. Hemen evdekilere sordum, güldüler, buharlaşmayı anlattılar ama neden deniz gibi mavi değil? sorusuna cevap vermediler.

Bugün not defterimi karıştırırken yazdığım bir notu buldum.”Geçmişimizi hatırlamak isteyip istemeyeceğimiz yaşa geleceğimizin garantisi yok ama birgün hatırlamak istersek hepimizin kendimize ihtiyacı var. Karakterlerimiz sancılı süreçlerden geçiyor. Sürekli okuyoruz, bizimki okumaktan daha fazla belki, soluyoruz. Bu dünya kelimeler dünyası. Ne olursa olsun yaz. Bizim gibiler yazarak var olurlar. Neşeli anıların hüzünlerine; heyecanlı anıların durağanlıklarına ışık olsun. Yaz ki aydınlansın benliğin.” Bunu bir dostuma yazmışım ama yüreğim kendime konuşmuş sanki.

Yıllarca suyun denizle bir bütün olması gerektiğini, ayrılınca renginin solduğunu düşündüm. Duygusal zekam fazla geliyordu, her şeyi duygularla anlamlandırıyordum. Kimsenin oyunlarda istemediği çocukların arkasını kolluyor, silgisini kaybedip üzülen arkadaşlarımın kalemliğine silgimi bölüp koyuyor, birini sürekli yenecek kadar güçlüysem hep ben kazanmayayım diye bilerek yeniliyordum.

Bir kaplumbağanın ölümünün ardından haftalarca yas tuttum. Özledikçe gider bakarım diye bir kutuda saklayayım dedim. Önce minik bedeni şişti, sonra gözleri içine çöktü, sonra çok kötü kokmaya başladı, kolları ve bacakları kurudu. Yalnız kabuğu kaldı. Her gün ziyaret ettim bahçedeki yerinde. Annem bir gün gördü, çok şaşırdı, benimle birlikte ağlamaya başladı. Demek ki kuruyacağız birgün dedim içimden. Önce şişeceğiz sonra gözlerimiz içine çekilecek,sonra yalnız iskeletimiz kalacak. Kimse beni öyle görsün istemezdim. Kaplumbağa da istemezdi. Kabuğunu toprağa azat etmeye ancak o zaman ikna oldum.

Dünyayı çok yanlış anlamlandırdığımı henüz anlıyorum. Denizi eve götürmek isteyişim gibi, her güzel şeye sahip olamazdım. Dışlanan insanları topluma kazandıramazdım. Fakirliğin sızısını hafifletemezdim. Kimseye mahsustan yenilemezdim, azıcık bile gücü olan biri ezip geçerdi benliğimi.

Bugün o not defterinde yazdığım gibi, kendime ihtiyaç duydum. Geriye dönüp baktığında her şeyin nasıl zincirleme bir şekilde gerçekleştiğini görüyorsun. Başına gelen her şeyi sen anlamlandırıyorsun aslında.

Su molekülleri kırmızı,turuncu, sarı ve yeşil ışığı daha iyi emer, maviyi ise daha kısa dalga boyuna sahip olduğu için fazla ememezmiş. Kısa dalgada ışık daha dağınıkmış ve farklı yönlere sapabilirmiş. Böylece mavi ışık gözlerimize yansıyıp denizin mavi olduğu fikrine ulaştırıyormuş bizi. Ben de tıpkı denizdeki gibi kısa dalga boyuna sahip duyguyu ememiyorum; keder. Böylece beni gören gözlere yalnız o gözlerin olumsuz sayacağı duygular yansıyor. Derinlerimde kırmızı,turuncu, yeşil, sarı var ama artık ne başkalarına ulaştırabiliyorum, ne de kendime.

Ben dünyayı çok yanlış anlamlandırmışım. Süpriz yumurta kutusunda denizi tanışıyabileceğimi sanmışım.

Leave a comment